29 Ekim 2009 Perşembe

As You Wish...

Life is meaningless without you
Love can be such a beautiful torture
My heart breaks as I long for you
Love can be such lovely torture

Long time, no see

   Eveeeet çevremin de etkisiyle fark ettim ki burayı unutmuşum. Yani şöyle bir tahminle tam iki hafta önce yazmıştım son yazımı o da zaten kitap ile ilgiliydi. Yani hayatımla ilgili güncellemelerden maruz kalmış blogger sitesi., what a pity.

  Zaten o zamandan beri olanlar uzak kalmamın da sebebi oldu bir bakıma. O zamandan beri ne oldu dersek; önce babam geldi, daha doğrusu adam uğradı gitti, sonra geri geldi tekrar gitti filan. Bayağı otel olarak kullandı evi. Tabii kiranın da onun cebinden buraya geldiği düşünürse aslında o hancı, biz yolcuyuz bu sebepten de ses çıkaramadım çok sadece eli boş gelmesin diye baklava sipariş ettik, geldi yedik.
 
  Daha sonra ise olacak en güzel şey oldu, O geldi ve o andan itibaren hayatımdaki bir çok şey sıfırlandı. (sıfırlandı yanlış oldu ya. biz mühendisler nasıl deriz; "boyutsuzlaştırıldı") Çünkü istanbul bile gözüme farklı gözükmeye başlamıştı artık. Önceden de yaptığım şeyleri yaptım belki ama yanımda onun olması en çekilmez şeyi bile çekilebilir hale getirdi -zor da olsa- (bkz: 1. köprü trafiği) Ona da belirttim ama şimdi onun gitmesiyle artık her şey gözüme çok daha farklı gözükecek mesela boğazı izlemek o kadar çekici gelmeyecek veya trafikte kalmak olduğundan çok daha ızdırap dolu olacak. Ama pişman mısın deseniz, cevabım tabii ki "hayır" olacaktır. Hatta eklerim "bir daha olsun bir daha yaparım". Eğer onunla 4 gün bile bu kadar güzelse, hiç yaşamamak zaman kaybı olmaz mıydı? (evet tam şurada bi ara verdim, çikolata molası. tekrar O'nu anaraktan)

  Önümüzde bir de pazar günü var. Şu an belki bana yakın ama uzak.Pazar gününden itibaren ise uzak olacak o yüzden gelmesini istemiyorum o günün fakat tekrar görecek olmanın verdiği heyecan ise Pazar gününü iple çekmeme sebep oluyor. Şu anda Adana'da ailesinin yanında benim ise burada ders çalıştığımı düşünüyor. Evet evet çalışıyorum, benim olayım budur az az ders bol bol anlık yaratılan işler. Aslında o da bunu o kadar iyi biliyor ki bitirme sürecimi yakından tanık olmuş biri olarak.

 Bunlar dışında ne oldu derseniz ise. Aslında bir şey olmadı ya. Yani o gittikten sonra bir alışma süreci geçirdik filan. Sonra da zaten tatil geldi yani cumartesiyi de tatil sayarsak 6 günlük felaket bir tatil :) İTÜ tarihinde ilk defa tatil olmayan bir günü tatil ilan etti, beni benden aldı. Onun dışında ise kısaca BOŞ...

  Neyse bugünlük bu kadar yeter, söz veriyorum arayı soğutmayacam ama O gelirse sizi yolda görsem tanımam onu da belirteyim

Bunu yazan tosun, okuyan herkesi sever gözlerinden öper....

15 Ekim 2009 Perşembe

Adana'ya Kar Yağmış


  Blogumuzun ikinci postunu bir kitaptan yapmak istiyorum.
  Kitabın adı "Adana'ya Kar Yağmış - Adana Üzerine Yazılar". İletişim Yayınları tarafından piyasaya sürülmüş bir kitap. İçerisinde 26 adet yazı var, değişik kesimlerden Adanalılar tarafından yazılmış. Kitabı yani bu yazıları derleyen ise Behçet Çelik.



   İlk başlarda daha tarihe ve veriye dayalı yazılar olduğu için sarmasa da 7. yazıdan sonra bir anda yazıların içeriği değişti. Özellikle de Adana dışında yaşayan insanların Adana anıları ve özlemleri hükmedince yazılara ister istemez "Adana dışında yaşayan bir Adanalı" olarak kanı kaynıyor insanın hele de yürek burkan anılar girince işin içine insanın gözü doluyor ama otobüste okuyor olunca durduruyor insan kendini. Tabii bazen de otobüsün ortasında kitap okuyup gülen bir tipi de canlandırmıyor değilim, sonuçta Adana'dan, Adana insanından bahsediyoruz :)
   Uzun uzadıya yazabilirim ama farklı hikayeler, farklı insanlar olduğu için hangi birini değerlendireceğimi bilemem. Adana'lılar kesin okusun bence de diğer arkadaşlar bizim aldığımız zevki almayabileceği için çok anlam ifade etmeyebilir. Ama ben aşağıda iki farklı yazıdan birer kuple paylaşmak isterim.
   İlki Neslihan Cangöz tarafından yazılmış olan "Adana Erkeğe ve Küfre Kesmiştir" adlı yazıdan Adanalı ve küfür ile ilgili bir kısım;
"“Adana’da yeni bir dil öğrenmek” metafor değil aslında. Bu tapılası erkeklerin noktalama işaretleri rahatlığında kullandığı küfürleri öğrenmek ve maruz kalmamak için de ciddi mesailer harcamışımdır. Kadınlar her yerde küfrün doğal nesnesidir de, Adana’daki bu kendiliğindenlik, bu her cümlenin içine serpiştirme, bu yaratıcılık, canlı cansız, kıpırdayan, kıpırdamayan her şeye küfretme hali her yerde bulunmaz! Yolda yürürken, kendi halinde konuşarak geçen iki erkeğin “Bu aralar havalar da pek güzel” der gibi “a....na godduğumun...” diye neşe içinde sohbet ettiğini duyabilirsiniz. Erkekler küfrederken adeta herkesin kendine ait farklı bir dini, imanı, kitabı hatta Allah’ı varmışcasına “Allaana kadar” işi uzatır. Geçmiş yıllarda koalisyon ortağı olan Adanalı bir parti liderini silik bulan bazılarının ciddi bir analiz yapar edasıyla “büllüksüz çıktı bu da” dediklerine şahit olmuştum. Hani bazı filmlerde “eşşoğleşşek” gibi küfürlerin çokca yer almasından rahatsız olunuyor ya, emin olun rahatsız olanlar Adanalı değildir. Biz kaşımızı bile kaldırmayız bu kadarına, şerbetliyiz yani. Adana aslında erkeğe ve küfre kesmiştir. Çabuk öfkelenen ve küfre basan erkeklere karşılık kadınlar da, alttan almak, bazen görünmez olmak, erkekleri sinirlendirmemenin yollaını bulmak gibi hayat kurtaran bilgileri erken öğrenmektedir."

   İkinci olarak ise Ş. Mine Kılıç tarafından yazılmış "950 Kilometre" adlı yazının sonundaki "memleket" ile ilgili bir kaç satır. Bu Adanalıdan çok memleket kavramını yaşayan herkese hitap ediyor aslında;

  "İnsanın “memleketi” olması diye bir kavram varmış. Başı sıkıştığında gidebileceği, gittiğinde onu sevenlerinin beklediği, köklerinin atıldığı, tarihinin yazıldığı, ne olursa olsun onu olduğu gibi kabul eden memleketi... Memleketi olmak çok güzel bir durummuş. Herkese nasip olmazmış. Ne demeli ki? Değerini bilmek lazım..."
   Memleket kavramını yaşayan herkese hitap eder dedim ama Taçlı Yazıcıoğlu'nun "Herkes doğduğu yeri sever miymiş? Sevmek var, sevmek var. Anlamadınız, değil mi? Biliyorum. Bir tek Adanalı olsaydınız anlardınız."  cümlesini de göz ardı edemeyeceğim açıkcası. 

 (Muhterem bölüm arkadaşım Nurla'da blog'unda kitap incelemiş. Ona da buradan selamlarımı gönderiyorum. Sırası gelince o kitabı da okuruz diyorum)
Büyüklerimin elinden, küçüklerimin gözlerinden, A.'yı da dudaklarından öperim... 

13 Ekim 2009 Salı

hadi bakalım...

Şimdi bu blog dediğimiz twitter dediğimiz şeylerin hepsi Web 2.0 olarak adlandırılan şeyin bir parçası. Yani sıradan kullanıcıların da sanal ortama bir katkı yapmaları. Hani tüketim toplumu olmaktan çıkıp üretici moduna giriyorlar. Tabii bu üretilen şeylerin bir çoğu gereksiz. Bu cümleden sonra akla iki soru geliyor;
Birincisi; bırak üretsin, maliyeti yok bir şeyi yok diyebilirsiniz; e tamam da öncelikle üretenin zaman kaybı tabii bize ne ondan, bize tükettirdiği için bizim zaman kaybımıza ne diyeceksiniz peki?
İkincisi ise; gerekliye gereksize sen mi karar veriyorsun? Tabii ki hayır. Yani ben elimden geldiğinde seçerim tüketirim ama bazı şeyler var ki gerçekten gereksiz be arkadaş. Hani üretene bile sorsan, der ki; evet çok saçma oldu.

Böyle bir girişle ortama girişin soğukluğunu atmışımdır umarım sevgili seyirciler ( ne seyircisi lan, dün bir bugün iki) Gençliğimizde bizim de bir blogumuz vardı ama bakayim dedim bulamadım sanırsam server merver ölmüş. Bu sayfayı da uzun süre önce aldım ama bir türlü başlayamadım işte, toparlayamadım kendimi derken, bugünün tam günü olduğunu düşündüm (neden acaba?) Tabii benim boş blogumu bile takip listesine alan arkadaşa selam ederim.

Söyleyeceklerim vardı ama valla unuttum ya. İşte benim de böyle bi derdim var. Yani yazarken aklıma geliyor bir şeyler ama o konuya gelene kadar diğer konularda o kadar kayboluyorum ki unutuyorum diğerini. Neyse artık ya bizim de bi blogumuz var kafamıza estiğinde paylaşabiliriz değil mi?

Buralar size çok uzun geldiyse twitterımıza da bekleriz.

Büyüklerimin elinden, küçüklerimin gözlerinden, onu da dudaklarından öperim...